Tarihselciliğin Çöküşü – Dr. Bilal Esen yazdı
Kur’ân ayetlerinde ahlaki sorunlar bulunduğu (!) iddiası
Tarihselcilik diye anılan anlayışın sonunda gelip vardığı nokta, Kur’ân’ı -en azından onun belirsiz bir kısmını- bir insan sözü saymak oldu. Gerekçesi ise bu sonuçtan daha vahimdi. Tarihselciliğin çıkarımına göre, bazı ayetler ahlaken sorunluydu ve bunlar Allah’ın ahlakına yakışmıyordu (hâşâ!).
Mesela tarihselci zihniyet, Kur’ân’ın, Mekke dönemindeyken ehl-i kitâb hakkında olumlu ifadeler kullanmasının ve ardından Medine döneminde müslümanlar güçlenince ehl-i kitâba karşı savaş ilan etmesinin ahlaken bir çelişki olduğunu varsayıyor, bu konudaki ayetlerin politik bir dile ve üsluba sahip olduğunu iddia ederek bunların Allah’a değil Peygambere ait sözler olduğunu ispat etmeye çalışıyordu. Aksi halde “Allah’ın ahlakiliği”nin gündeme geleceğini iddia ederek söz konusu ayetlerin ahlaken sorunlu olduğunu söylemiş oluyordu. Fakat Allah’ın (c.c.) ahlakını eleştirmeyi göze alamayıp Kur’ân’daki sorunlu ayetlerin (!) O’nun değil, olsa olsa bir insanın yani Peygamberin sözü olabileceğini söylüyordu. Tarihselciliğin bu çıkarımında, ahlaken sorunlu olduğu iddia edilen ayetlerin sebebi olarak Peygamber gösteriliyordu. Yine Mekke dönemindeki hükümlerin daha derinlikli ve ahlâkî içerikli olduğu, Medine dönemindeki hükümlerin ise yüzeysel ve siyasi olması hasebiyle dinî-ahlâkî tekamül bakımından sapmalara ve duraksamalara yol açtığı ithamında bulunan söz konusu anlayış, dinin temellerini eleştirmiş oluyordu. Bu dönemdeki hükümlerin Allah’ın izni dışında gelmesi söz konusu olamayacağına göre, bunların ahlaki tekamülde sapmaya ve duraksamaya yol açtığının söylenmesi doğrudan Allah’ın hükümlerine yani ayetlerine bir eleştiriydi. Zaten bu satırların yer aldığı tebliğin başlığı da “Cihad Ayetleri” idi. (M. Öztürk, “Cihad Ayetleri: Tefsir Birikimine, İslam Geleneğine ve Günümüze Yansımaları”, 2016, s. 154-155, 157, 201-202)
Tarihselciliğin, esmâ-i hüsnâ ile ilgili de kabul edilemez iddiaları vardır. Bu yaklaşıma göre, Allah’ın, Kur’an’da kendisini yüceltmesi, büyüklüğünden bahsetmesi ve kendisi hakkında övücü sıfatlar kullanması düşünülemez, çünkü övünme ve iftihar, cahiliyye adetidir. Bu sebeple Kur’an’da geçen esmâ-i hüsnâyı, Allah’ın sözleri değil Peygamberin sözleri olarak kabul etmek gerekir (!) Mesela Kur’an’da ayetlerin bir parçası olarak geçen Kebîr, Mütekebbir, Müntekım, Rahim, Rahman ve Vedûd gibi isimler bu anlayışa göre Allah’ın kendine verdiği isimler değildir, bunları Peygamber “kendi varlık tecrübesinden hareketle” formüle etmiş, Allah’ı insan biçimci sıfatlarla tanıtarak kendi diliyle Allah adına konuşmuştur. Bu esmânın her biri, şirk ve müşrik zihniyete karşı bir tepki ifadesidir. (Öztürk, Kur’ân, Vahiy, Nüzûl, 2016, s. 222-227)
Tarihselciliğin Kur’an’da beşer sözü saydığı hususlardan biri de, bazı kafirlere yönelik ayetlerde yer alan telin ve beddua ifadeleridir. Tarihselciye göre, başkasına beddua etmek bir acizlik ve çaresizlik göstergesi olup Allah’a yakışmaz. Böylece tarihselci, başta “Ebu Leheb’in elleri kurusun! Kurudu zaten.” ayeti (Tebbet sûresi) olmak üzere kafirler ile İsrailoğullarına lanet ve beddua okuyan ayetleri Allah’ın değil Peygamberin sözleri saymaktadır.Ona göre, bu sözler Hz. Peygamberin yaşadığı iyi-kötü tecrübeler ve bu tecrübelerle ilgili farklı hallerin yansıması gibidir. (Kur’ân, Vahiy, Nüzûl, s. 225-227) Halbuki bu tür ayetler geçmiş ulemamız tarafından gayet güzel açıklanmış ve hiç bir müslüman alim, tarihselcilerin bu anılan gerekçelerine dayanarak bazı ayetlerin Allah’ın sözü olmayıp Peygamber’in sözü olduğunu iddia etmemiştir. Bu yüzden Kur’an’ın bazı sözlerinin Allah’a ait olmadığı mahiyetindeki tarihselcilere ait iddia, Kur’an tarihi açısından çok büyük bir itham olup günümüz Müslümanları arasında büyük şaşkınlık ve tepkiyle karşılanmıştır, karşılanmaya devam etmektedir.
Kur’ân’ın ehl-i kitabla ilgili ayetlerinin Mekke-Medine dönemindeki içeriği hakkında ve Medine dönemindeki savaşlara ait hükümlerle ilgili olarak tarihselciliğin kendini konumlandırdığı taraf da ilginçtir. Başta Peygamberimizin (s.a.s) yaşadığı çileli dönem olmak üzere, tarihte meydana gelen savaşların tek müsebbibi olarak müslümanları ve Kur’ân’ı gösteren bu anlayışın, o dönemdeki Müslümanların çektiği sıkıntıları ve düşmanlarının hasmane tutumlarını hiç dikkate almaması ve adeta ehl-i kitâb yanlısı bir tutum sergilemesi dikkat çekiyordu. Savaşla ilgili ayetlerde ahlaken isabetli olmayan bir şeylerin varlığını iddia etmesi garipti. Nitekim aynı anlayışın sahibi, bir gazetedeki köşe yazısında, şark kültürünün bir bireyi olmaktansa “şövalye ruhlu” bir birey olmayı tavsiye ediyor, şövalye ruhluluğun onurlu ve ilkeli yaşam demek olduğunu söyleyerek batı hayranlığını açığa vuruyor, şark kültürüne onursuzluk imasında bulunuyor, onu yalancılık, kalleşlik ve kindarlık gibi olumsuz sıfatlarla anıyordu. (Mustafa Öztürk, Karar Gazetesi, 17 Kasım 2018) Aynı anlayışın sahibi, Allah’ın adını yüceltmek adına bir savaş yapılamayacağını, şayet iʻlâ-i kelimetullâh adına savaşmak söz konusu olacaksa, haçlı seferlerinin fetih sayılması gerekeceğini de söylemişti. (Öztürk, “Cihad Ayetleri”, s. 215)
Ahlaken sıkıntılı oldukları gerekçesiyle, ayetleri bir beşer ürünü saymak, bildiğimiz kadarıyla tarihte hiç bir müslüman âlimin ileri sürmediği bir iddiadır. Bu ilk defa oluyor. Dolayısıyla tevilin bütün sınırlarını zorlayıp dışına taşıyor. Böylece bugüne kadar kuşkuyla bakılan ve nereye varacağı kestirilemeyen tarihselciliğin amacı ve misyonu da ortaya çıkmış oluyor.
Esasen bizim geleneğimizde nesih vardı, esbâb-ı nüzûl, ta’lîl, ictihad, kıyâs, istihsân, maslahat ve makâsıd gibi kavramlar vardı. Yeni türemiş olan tarihselcilik kavramını bir türlü kavrayamamıştık ve bu coğrafyada ona soğuk davranmıştık. Neyse ki tefsir dalındaki tarihselci akademisyenlerden Mustafa Öztürk, başta yukarıda zikrettiğimiz cihadla ilgili tebliği olmak üzere çeşitli yazılarında Kur’ân ayetlerinin Peygamber sözü olduğunu ileri sürerek bu ekolün amacını şüpheye yer bırakmayacak ölçüde açık etti. (Ayrıca bkz. Kur’ân, Vahiy, Nüzûl, s. 141-142, 144-148, 199-206, 214, 222-228; “Cihad Ayetleri”, s. 201-202)
Malumdur ki, düşünce dünyasında ortaya atılan teorilerin yerleşmesi veya tedavülden kalkması genellikle birkaç nesli bulan bir süreçtir. Tarihselciliğin bu kadar hızlı bir şekilde bu noktaya gelmesi ve en uç iddialar ile âdeta intihara teşebbüs etmesi, müslüman dünya ve özellikle de Türkiye müslümanları için hayırlı sayılabilir. Gelinen bu noktada tarihselciliği erken ifşa ettiği için mezkur yazarın bir takdiri hak ettiği (!) bile söylenebilir.
Mezkur yazarın, Kur’ân’ı ahlaken sorunlu bulan söylemi, bir tebliğin tek bir paragrafında ortaya çıkmış münferit bir iddia değildir. Zaten kendisi de, eleştiriler üzerine hemen ve doğrudan bir düzeltme ya da açıklama yapma gereği duymadı. Ağzımdan kaçan bir cümleydi diye savunma yapmadı veya özür de dilemedi. Günler sonra bir gazete yazısı yazdı fakat kendi söyleminin odak noktasında yer alan Kur’ân’ın, Allah’ın ve Peygamberin “ahlakiliğini” sorgulama meselesiyle ilgili olarak o yazıda hiçbir kelam etmedi. Sadece Kur’ân’daki mana-lafız ilişkisine yönelik görüşlere değindi. Kendi görüşünün yalnızca lafızla ilgili olduğunu iddia etti. Haddizatında, kıtal ayetleri ve benzeri ayetlerde ahlaki açıdan sorunlar bulunduğunun iddia edilmesi, ayetin lafzına değil anlamına ve içeriğine yönelik bir itirazdır. Bu ayetlerde anlama itiraz etmeden lafzın ve zarfın ahlakiliğinden söz etmek mümkün olabilir mi?Ayet savaşı emrediyorsa başka bir lafızla söylense da yine savaş emri anlamına gelecektir. Bu bakımdan yazarın, gelen eleştiriler üzerine geri adım atmak veya daha güçlü savunma yapmak yerine, asıl tartışma noktasını gözden kaçırmaya ve tartışmayı basit göstermeye yönelik bir tutum sergilediği söylenebilir.
Allah’ın ve Peygamberin ahlakiliğinin sorgulanmasında, ağızdan bir anda kaçan bir çift söz değil yıllardan beri süregelen, belli bir amaca doğru ilerleyen bir yaklaşım vardır. Yukarıdan beri verdiğimiz örnekler dışında, mezkur yazarın, birçok yazısında ve kitabında bu istikamette ifadeler bulunmaktadır. Mesela Kıssaların Dili kitabında, Hz. İbrahim’in iman adına ahlakı bir tarafa bırakarak oğlunu kurban etmeye çalıştığını yazmıştı. Yine aynı kitaptaki satırlarda, bazı ayetlere bakınca “adalet ve ahlak tanrısı gibi görünen Allah’ın” her zaman böyle davranmadığı ve konjonktüre göre tavır alarak şiddete başvurduğu (!) ifade ediliyor, Allah hakkında yakışıksız cümleler kullanılıyordu. (Öztürk, Kıssaların Dili, 2010, s. 53-56, 62, 67, 73-74) Dolayısıyla Allah’ın bile konjonktür gereği ahlak dışına çıktığı ima ediliyordu. Daha doğrusu, Allah ahlak dışına çıkmayacağına göre, ahlak dışına çıktığı değerlendirilen ayetlerin O’na değil Peygambere nispet edilmesinin zemini hazırlanıyordu. Bu esnada zihnin geri planında, Allah’tan ve dinden bağımsız bir ahlakın varlığı tasavvur edilmiş oluyor ve Yüce Allah ile onun ayetleri buna göre eleştiriye ve yargılamaya tabi tutuluyordu. Başka bir deyişle tarihselcilik, ahlakın kaynağına ahlak öğretmeye kalkışıyordu.
Kur’ân’da çelişki bulunduğu iddiası
Mezkur yazarın, yazılarında defalarca tekrarladığı ve genellikle oryantalistler ile Ömer Özsoy’a dayandırdığı iddiaya göre, Kur’ân çelişkilerle ve tekrarlarla dolu bir kitaptır. (Öztürk, Kuran Dili ve Retoriği, s. 18-19, 26-27)
Söz konusu iddiaya kendisinin de katıldığını belirten yazar, bu esnada “Bu Kur’ân Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok çelişki bulurlardı.” (Nisa 4/82) ayetini ve benzeri ayetlerin mesajını yeterli görmemektedir. Hatta önceki ulemânın, çelişkinin ancak zahiren olabileceği ve hakikatte Allah kelamında tutarsızlık olamayacağı, zahiren var olduğu söylenen çelişkilerin ise nesih gibi hususları bilmemekten kaynaklandığı vb. tenzih ve teslimiyet dolu üslubunu bir tarafa bırakarak, bu çelişkilerden kurtulmanın ancak kendi yöntemini (tarihselciliği) kabul etmekle mümkün olabileceğini iddia etmektedir. (Öztürk, Kuran Dili ve Retoriği, 18-19, 43-49) Kendi yönteminden maksadın ise bazı ayetleri insan sözü saymak olduğu bugünlerde daha iyi anlaşılmıştır. Dolayısıyla ona göre, çelişki iddia edilen noktalarda bir kısım ayetleri insan sözü saymamız halinde bunlar feda edilebilecek ve geriye de herhangi bir çelişki kalmayacaktır. Bu yaklaşımın Kur’ân’ın tahrifiyle eşdeğer olması bir yana, çelişkiyi giderecek tek yöntemin bu olduğu iddiası, “tarihte ilk defa ben buldum” tavrı bakımından Sözde Kur’ân İslamı’nı savunanların yaklaşımına benzerlik arz etmektedir. Ve bu noktada şu soru çok anlamlı olmaktadır: Madem çelişkilerden kurtulmanın yolu tarihselcilikse, Yüce Allah bunun için niye bu kadar süre beklemiştir? Allah (c.c.) kendi kitabını asırlar boyunca çelişkilerden kurtarmaktan aciz mi olmuştur ki hâşâ onu korumak için yirminci yüzyılda birilerinin tarihselciliği keşfetmesine mahkum olmuştur?
Kişisel aklı ve indî görüşleri vahyin üstünde görme anlayışı
Ahlak zemininden yola çıkma iddiasıyla, insan aklını ayetlerin üstünde görmeye başlayan bu anlayışın bir süre sonra bazı ayetleri değersizleştirmesi ve bu ayetlerin içeriğinden dolayı da Peygamberi itham etmesi, tarihselciliğin bugüne kadarki gidişatına göre beklenen bir tavırdı.
Nitekim tarihselci yazarın geçmişte sıklıkla tarihselci yorumu neshe benzetmesi de aklın rolünü vahyin üstüne çıkarmaya matuftu. Nasıl ki bazı ayetler diğerlerinin hükmünü kaldırmıştır, işte tarihselci yorum da bunun gibidir ve bazı ayetlerin bugün için hükmünün kalmadığını söyleyebiliriz, diyordu. Bu esnada açıkça bir hususu ıskalamaya ve dikkatten kaçırmaya çalışıyordu. Çünkü tarihselci bakış açısı, insan aklını esas alarak bazı ayetleri hükümsüz ilan ederken, nesih ise bir ayetin hükmünün yine bir ayetle ve o ayetin sahibi Allah tarafından kaldırılması anlamına gelmektedir. Nesih meselesinde akıl sadece yorumlayıcı tarzda bir role sahipken tarihselci anlayışta akıl, vahiy gibi hatta onu dahi ortadan kaldıran mutlak şâri’ rolündedir. Aradaki bu farktan dolayı benzetmenin yerinde olmadığının fark edilmesi üzerine bu sefer de tarihselci anlayış, ictihad ile de nesh olur diyerek ayetlerin açık ve kesin hükümlerinin bile kişisel görüşlerle kaldırılabileceğini söyledi ve kıyıdan köşeden bulup Mâtürîdi’ye isnat ettiği bir cümle ile bu söylemini meşrulaştırmaya çalıştı. (Öztürk, Karar Gazetesi, 11 Şubat 2017; “Kur’ân’ı Anlamada Tarihselciliğin İmkan, Sınır ve Sorunları”, 2015; “Cihad”, s. 366-367) Halbuki mevrid-i nasta ictihad olamayacağı ve “nass”ı reddeden bir yorumun ictihadın ıstılâhî tarifine bile sığmayacağı hususu bütün ümmetçe müsellemdi. İmâm Mâtürîdî de ümmetten farklı düşünmüyor, nassın belirlediği hükümler alanında ve nassa karşı re’y/ictihad ileri sürülemeyeceğini hatta hakkında icma olan meselede tartışma yapılamayacağını, icmâın bağlayıcı olduğunu birçok yerde ifade ediyordu. (Örnek olarak bkz. Te’vîlât, III, 229-234, 320; V, 407; IX, 562, 617; X, 419-420)
Mâtürîdi’ye isnat edilen cümledeki nesih kelimesinin, ne neshin meşhur olan ıstılahi anlamıyla ne de tarihselciliğin Kur’ân’ı beşer sözü sayan yaklaşımıyla alakası vardı. Kitabının başına, “Kur’ân’ı re’y ile tefsir eden kişi cehennemdeki yerini hazırlasın.” sözünü koyan Mâtürîdî’nin re’y ile Kur’ân’ın neshedilmesine izin verdiği düşünülebilir mi? Mâtürîdî’nin çarpıtmaya konu olan söz konusu ifadeleri ise,hükmün gerekçeye/illete bağlı olduğunu, gerekçenin/illetin olmadığı yerde hükmün de bulunmayacağını ifade etmekte olup bu, öteden beri fıkıh usulünde bilinen bir kuraldır. (Te’vîlât, V, 407)
Kaldı ki, Mâtürîdî gibi bir nevi ekol oluşturmuş meşhur bir alimin bir görüşünü, ekolü izleyen öğrencilerinin kitaplarına bakmadan ve o görüşün tarihte ilmi çevrelerde nasıl yankı bulduğunu araştırmadan tek bir metinden ya da kitaptan öğrenmeye çalışmak ve o kitabı ilk defa gören kişi edasıyla, söz konusu kitaba âdeta antik kazılarda bulunmuş bir levha muamelesi yapmak ne kadar sağlıklı bir yaklaşım olabilir? Bu yaklaşım aynı zamanda, bir metni ortaya çıktığı tarihi şartların bütününe göre yorumlamak gerektiği şeklindeki tarihselciliğin kendi kabulleri bakımından da çelişkili ve tutarsızdır.
Tevil alanının dışına taşma
Tarihselcilik hakkında ve özellikle de onun, ayetleri beşer sözü sayma iddiası karşısında açık eleştirilerde bulunmamız ve adeta intihar ettiği gibi yakıştırmalar yapmamız, bu söylemi tevil ve yorum sınırları içinde görmediğimizdendir. Akademik çalışmalarda, birtakım çıkarımları ahlak bağlamına çekerek İslam’ın kutsallarına ve bilhassa iki temel kaynağına (Kur’ân’a ve Peygambere) ahlaka aykırılık eleştirisinde bulunmak, bir Müslüman için kabul edilebilir değildir. Bu tür iddialar, İslami ilimler bakımından da ictihad ve yorum kapsamında değerlendirilemez. Çünkü söz konusu iddialar, İslamî ilimlerin ilke ve yöntemlerine bağlı kalınarak ulaşılmış sonuçlar değildir. Bu sebeple esasında bunlara karşı ilmî cevaplar üretmeye çalışmak da gereksizdir.
İnanmayan biri, Kur’ân hakkında ithamlarda bulunsa da müslüman bir kişinin ayetleri beşer sözü sayması asla düşünülemez. Kur’ân’da, ayetlerin beşer sözü olmadığını açıkça ifade eden ve onları beşer sözü saymaya çalışan müşriklerin zalimliğinden bahseden birçok ayet vardır. Çünkü Kur’ân’ın beşer sözü olduğuna dair iddialar Kur’ân’ın ilk indiği dönemde müşrikler tarafından dile getirilmiş ve bunun üzerine iddiaları reddeden ayetler gelmiştir. (Bakara 2/23-24; Âl-i İmrân 3/7, 78-79; Nisâ 4/82; En’âm 6/91; Yûnus 10/37-40; Hûd 11/12-13; İbrahim 14/10-11; Nahl 16/103-105; İsrâ 17/86-88; Enbiya 21/3-19; Kasas 28/48-53; Mümin 40/1-4; Casiye 45/1-8; Ahkâf 46/1-10; Hâkka 69/38-52)
Örneğin bir müşriğin iddiaları karşısında Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“(Daha fazla vermek mi?) Asla! Çünkü o bizim âyetlerimize karşı inatla direnmektedir. Ben de onu sarp bir yokuşa süreceğim! Çünkü o, düşündü taşındı, ölçtü biçti. Kahrolası, ne biçim ölçtü biçti!ᅠSonra kahrolası ne biçim ölçtü biçti!ᅠ Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı, suratını astı.ᅠEn sonunda sırtını dönüp gitti ve kibrine yenildi. “Bu” dedi, “Olsa olsa eskilerden nakledilmiş bir sihirdir.ᅠBu, insan sözünden başka bir şey değildir.” Ben onu sekara (cehenneme) sokacağım. Sen bilir misin sekar nedir?ᅠ Bitirir ama yok olmaya da bırakmaz;ᅠ İnsanları kavurur.” (Müddessir 74/16-29, DİB, Kuran Yolu Tefsiri)
Eleştiriye tahammülsüzlük
Tarihselcilik adına dinin kutsallarını değersizleştirmeye çalışanlarda görülen dikkat çekici bir husus, yukarıda ifade edildiği biçimde Allah Teala ve Peygamberi (s.a.s) hakkında yakışıksız ifadeler kullanmaya cür’et ettikleri ve eleştiride sınır tanımadıkları halde, kendilerine yapılan en ufak bir eleştiriye bile tahammül edememeleri, “akademik özgürlük tehlikede!” diye seslerini yükseltmeleridir. Sanki kendi kitaplarına ve yazılarına karşı, Allah’ın kitabına gösterilen saygıdan daha fazla saygı beklemektedirler. Kanaatimizce, İslam ilahiyatçısı sıfatıyla, dinin temelleri hakkında bu kadar aşırı değerlendirmelerde bulunmanın ve Yüce Allah hakkında alay edercesine bir üslup kullanmanın akademik özgürlükle bir alakası yoktur. Kaldı ki, söz konusu tarihselcilere yöneltilen itirazlar da, birer sözlü eleştiridir. İslam’ın temellerini ve kutsal kitabını eleştirenlerin, kendilerinin de eleştirileceğini ve karşıdan gelen tenkitlerin de eleştiri özgürlüğü içinde olduğunu bilmeleri gerekir.
Ve sonuç
Epey bir süredir Türkiye’de ilahiyat camiasının gündemine sokulmak istenen ve bugünlerde, Kur’ân’ın bir insan sözü olduğunu ispat etmek (!) gibi beyhude uğraşlar peşinde koşan tarihselciliğin mahiyetinin ve maksadının ne olduğu artık netleşmiş gözükmektedir.
Bütün bunlardan sonra illa da tarihselciliği tanımlamak gerekecekse şöyle denilebilir: “Tarihselcilik, dinî hükümlerin bir kısmının zamana ve örfe dayalı oluşu gerçeğini istismar ederek ilme henüz yeni başlayanların zihinlerini bulandıran, akla vahyi reddetme yetkisi veren ve nihayetinde Kur’ân’ın dahi insan sözü olduğunu, çağımızda insanlığın referans alabileceği ilahî bir kaynak bulunmadığını iddia ederek yola sadece beşer aklıyla devam edilmesini öngören, İslâmî bünyeye yabancı, sistemleşememiş, ithal görüşler yığınıdır.”
Dr. Bilal ESEN (İslam Hukuku Bilim Dalı)
Bu haber 2064 defa okunmuştur.