EHL-İ SÜNNET ve AKİDESİ


Açıklama: EHLİ SÜNNET AKİDESİ HAKKINDA AÇIKLAMALAR
Kategori: REDDİYELER
Eklenme Tarihi: 09 Aralyk 2014
Geçerli Tarih: 28 Mart 2024, 23:30
Site: Reddiyeler.com - Ehli sünnet itikadı üzerine site
URL: http://www.reddiyeler.com/detay.asp?haberID=193


Allah Teâlâ ayet-i kerime de şöyle buyurmuştur:

‘’Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!’’[1]

Allah Teâlâ bir başka ayet-i celile de ise:

‘’Bu, dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır.’’ [2]

Görüldüğü gibi Yüce Allah "kendi yolunu: sırat ve sebil" tekil olarak zikrederken, ona muhalif olan "yolları: es-subul" çoğul olarak zikretmiştir.

İbn Mes’ud (r.a.) dedi ki:

Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) önümüze bir çizgi çizdi ve: "Bu, Allah’ın yoludur." dedi.

Sonra o çizginin sağında ve solunda bir takım çizgiler çizdi ve şöyle buyurdu:

"Bunlar da değişik bir takım yollardır. Bu yolların her birisinin başında ona davet eden bir şeytan vardır."

Daha sonra Yüce Allah’ın: ‘’Bu, dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın. Allah size bunları sakınasınız diye buyurmaktadır.’’ buyruğunu okudu.  [3]

 

İşte buradan şunu anlıyoruz: Kulun Rabbinden dosdoğru yola iletilmeyi istemesi her türlü zorunlu ihtiyacın da üstündedir. Bundan dolayı Yüce Allah namazda her bir rek’atte Fatiha’yı okumayı teşri’ buyurmuştur. Bu Fatiha’nın okunması, bu husustaki ilim adamlarının farklı görüşlerine göre ya farz ya da vacib’tir. Buna sebep kulun bu çok değerli, en üstün ve en şerefli ihtiyacı kapsayan böyle bir duaya muhtaç oluşudur. Yüce Allah bize: "Bizi dosdoğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğramışlarınkine de, sapıklarınkine de değil" [4] diye dua etmeyi emretmiştir. [5]

 

Allah Rasülü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak; birisi hariç diğer hepsi Cehennem’de olacak”

Oradakiler, hayretle: “O kurtulacak grup hangisidir Ya Rasülallah” diye sordular,

Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem): “Benim ve Ashabımın yolunda olanlar” [6] buyurdu.

Bu kurtulan fırkaya “Fırka-i Naciye” denir. Bu fırkanın bir diğer ismi “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” fırkasıdır. Rasulullah Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) inanç, ibadet, ahlak ve yaşantı olarak kurtuluşun cemaate tabi olmakta ve İslam’ı cemaat halinde yaşamakta bulunduğunu belirtmiştir. [7]

Ehl-i sünnet inancı, Yüce Allah’a kulluğun ve dostluğun temel şartıdır. Kurtuluş ondadır. Cennetin anahtarı bu imandır. Ehl-i sünnet demek, Kur’an ve sünnetin öğrettiği şekilde inanan ve yaşayan grup demektir. Bütün mesele, bu grubun içinde olmak ve kalmaktır. Çünkü ebedî kurtuluşa vesile olacak iman ve Allah Teâlâ’yı tanımak ancak böyle mümkün olmaktadır.

Menkıbe

Ebü'l-Hasan Salah isimli bir zat gece rüyasında Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizi gördü.

Dört halifesi sağ tarafında, Ahmed-i Câmî (k.s) hazretleri sol tarafında oturuyordu.

Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz Eshâb-ı kirâm ile konuşuyordu. Konuşmaları bitince, Ebü'l-Hasan selâm verip huzura yaklaşarak; "Yâ Resûlallah! Bugün kendisine uyulacak zat kimdir? Kime uymak lazımdır." diye sordu.

 

Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz, Ahmed-i Nâmıkî Câmî'yi işâret ederek; "Ehl-i sünnet vel-cemâat, Ehl-i sünnet vel-cemâat, Ehl-i sünnet vel-cemâat." buyurdular. Ehl-i sünnet vel-cemâat ile Ahmed Nâmıkî'yi kastetmişlerdi. [8]

 

Evet, Kur’an ve Sünnete uyan bir kâmil mürşidi bulan, ona samimiyet ve sadakatle tabi olan bir kimse ehl-i sünnet vel cemâat yolunu bulmuş demektir. 

 

İmanın hakikati akla ve nefse değil, vahye ve sünnete uymakla anlaşılır. Sünnete uymak için Ashab-ı Kiram’ı tanımak ve takip etmek gerekir. Çünkü bizimle sünnet arasında onlar köprü vazifesi görmektedir.

 

Selefiyye, Maturidiyye ve Eş’ariyye mezhepleri Eh-i Sünnet inancını temsil etmektedir.

 

Bunlardan başka birçok itikadı görüş ve mezhepler ortaya çıkmıştır. Bunların başında Hariciyye, Şia, Mutezile, Mürcie, Cebriyye ve Müşebbihe grupları gelir. Bunların da birçok kolları mevcuttur. Bu gruplar Ehl-i Sünneti temsil etmemektedir. Birçok yönden hataları ve hak çizginin dışında görüşleri vardır. Bunun için onlara bidat ehli denir, fakat kâfirdir denmez.

 

Fudayl bin Iyâd (r.ah) hazretleri şöyle buyurmuştur:

 

"Ehl-i sünnet bir kimseyi görünce, sanki Eshâb-ı kiramdan birini görmüş gibi olurum. Bid'at ehli birini gördüğüm zaman da, münafıklardan birini görmüş gibi olurum."

 

Hasan bin Ali Berbehârî hazretleri ise bid’atların nasıl yayıldığına şöyle dikkat çekmiştir:

 

"Ortaya çıkarılan her bid'at, önce az bir şeyle başlatılır. Sanki hakka, doğruya benzer, buna dalan aldanır. Artık ondan kurtulamaz, iş büyür. Böylece bozuk bir yola girmiş olur. Bu iş dinden çıkmasına kadar uzanabilir. Zamanın insanlarının söylediklerine iyi bak. Acele etme. Âlimlerden işitmediğin ve onların nakletmediği bir işe dalma."

 

El-İrbad b. Sâriye’den şöyle dediği sabit olmuştur:

 

Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) bize son derece etkili bir öğüt verdi. Bundan dolayı gözler yaşardı, kalpler ondan ötürü titredi.

 

Birisi: ‘’Ey Allah’ın Rasûlü! Bu öğüt sanki veda eden birisinin öğüdüne benziyor. Sen bize neyi emredersin?’’ dedi.

 

Şöyle buyurdu: "Ben size dinleyip, itaat etmeyi emrediyorum. Gerçek şu ki aranızdan benden sonra yaşayacak olanlar çok ihtilaflar göreceklerdir. Sizler benim sünnetimden ve benden sonra gelecek olan hidayete iletilmiş, raşid halifelerin sünnetinden ayrılmayın. Ona sımsıkı yapışın, onu azı dişlerinizle kavrayın. Sonradan çıkan uydurma işlerden sakının; çünkü her bir bid’at dalâlettir." [9]

 

Günümüzde modern isimler altında insanlara mutluluk vadeden birçok bozuk fikir, felsefe, akım ve gruplar vardır. Bunlar, şeytanın güzel gösterdiği, nefsin hoş bulduğu yanlış yollardır. Başında Rahmet Peygamberi Hz. Muhammed’in (sallallâhü aleyhi ve sellem) bulunmadığı hiçbir yol, Yüce Allah’a gitmez, cennete götürmez, ebedi mutluluk vermez.

 

Ubeydullah-ı Ahrâr (k.s) hazretleri Ehl-i sünnet îtikâdı üzere bulunmayı medhederek şöyle buyurmuştur:

 

"Bütün halleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdını kalbimize yerleştirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer bütün haraplıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süsleseler, hiç üzülmem."

 

S. Abdulhakim Hüseynî (k.s) hazretleri ise şöyle buyurmuştur: 

 

“İşin esası, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat itikadını öğrenip, ona göre imanı düzeltmek ve Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleriyle amel etmektir. İmanı Ehl-i Sünnet itikadına göre düzeltmeden tasavvuf yolunda ilerlemek mümkün değildir.‘’

 

Menkıbe

 

Mevlânâ (k.s) hazretleri her halleriyle insanları doğru yola teşvik eder, vaaz ve nasihatleriyle hasta kalplere şifa olan sözler söylerdi.

             

Bir gün talebelerine; "Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin gittiği Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp, bu yolu ihya etmelidir. Allah Teâlâ’nın sevdiği ameller, ibadetler ile helâl yollardan çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını kazanarak, razı olunan kullar zümresine dâhil olmalıdır. Hep helâli istemeli, helâlinden yiyip, helâlinden içmeli ve helâlinden giymelidir. Söylediklerimiz, dinlediklerimiz, düşündüklerimiz hep helâl olmalı. Her hareketimizi Peygamber s.a.v. Efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalıyız. Herkes, bir sanata sahip olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir. Talebelerimden bunu husûsen istiyorum.

 

Bizim yolumuzda olanlara, kıyamet günü yardımcı olur, yüzlerinin ak olmasına çalışırız. Ancak, edebe riayet etmeyenler ve Ehl-i sünnet yoluna muhalefet edenler, kıyamet günü bizi göremeyeceklerdir" buyurdu. [10]

 

Ehl-i Sünnet inancın temel anlayışını ve genel özelliklerini şu şekilde özetlemek mümkündür:

 

Dinin kaynağı vahiydir. Vahyin kaynağı âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’dır. Aklın görevi ortaya yeni bir din koymak değil, Allah’tan gelen vahyi ve onu tebliğ eden peygamberi doğru anlamaktır.

 

Ehl-i Sünnet, Kur’an ve sünnete dayanmayan hiçbir inanç ve ibadeti kabul etmez. Kur’an ve sünnetten tasdik almayan bütün inanç, fikir ve felsefeler batıldır.

 

Kur’an-ı Hâkim Allah Teâlâ’nın kelamı olup ilahi koruma altındadır. Onu açıklayan ve uygulayan sünnet de bu korumanın içindedir. Din işlerinde Hz. Peygamber’e (sallallâhü aleyhi ve sellem) tabi olmak farzdır.

 

Kur’an ve aklım bana yeter, peygamberin görevi sadece Allah’ın ayetlerini tebliğ etmektir, vefatıyla vazifesi bitmiştir, bundan sonrası bize aittir, onun sünnetine tabi olmak gibi bir görevimiz yoktur demek küfürdür. Çünkü bu anlayış bizzat Kur’an ayetlerine aykırıdır.

 

Kur’an ve sünneti anlamak için elbette aklı kullanmak gerekir. Bazen ayet ve hadisleri yorumlamak icap eder. Buna tevil etmek denir. Usul ve edebine göre; ehlince tevil etmek, yeni yorum yapmak günah değildir; ihtiyaç anında gereklidir. Bütün mezhepler işte bu yorum farkından ibarettir.

 

Ashab-ı Kiram (r.anhüm) din işlerinde bizim için bir delil ve kaynaktır. Onların din ile ilgili söz ve uygulamaları bizi bağlar. Ancak Ashabın aynı konudaki farklı görüşleri arasında tercih yapılabilir.

 

Dinî konularda bütün sahabe yalandan uzak, doğru sözlü, adaletli, iffetli, dini bütün şerefli kimselerdir. Hepsini sever, hürmet ve saygı ile anarız. Aralarında derece ve fazilet farkı bulunduğunu kabul ederiz.

 

Ashabı sevmek Allah ve Rasulü’nü sevmektir. Allah Teâlâ’nın insanlar içinden seçip Peygamberinin (sallallâhü aleyhi ve sellem) yardımcısı ve arkadaşları yaptığı, onlar vasıtasıyla dinini yaydığı kimseleri sevmekten hangi mümin rahatsız olur?  Hiç şüphesiz onları sevmek imanın bir parçasıdır. “Akidetü’t-Tahâvi” adlı meşhur akaid kitabında Ehl-i Sünnet’in Ashab sevgisi şöyle zikredilir:

 

“Biz, Allah Rasulü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Ashabını severiz, ancak sevgide aşırılığa gitmeyiz. Ashab-ı Kiram’ın hiç birini ayırt etmeyiz. Onlara buğz edene buğz ederiz ve o kimseyi hayırla anmayız. Ashabın hepsini hayırla anarız. Ashabı sevmek din, iman ve ihsandır; onlara kin ve nefret ise küfür, nifak ve azgınlıktır.”

 

Allah Rasulü (sallallâhü aleyhi ve sellem) şu uyarısını hafife almak mümkün mü? “Ashabımı seven, beni sevdiği için sevmiştir. Onlara buğzeden ise beni sevmediği için onlara buğzetmektedir. Onlara eziyet eden bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden Allah’ı gazaba getirmiş olur. Allah’ı gazaba getiren kimsenin ise helak olması yakındır.” [11]

 

Şibli (k.s) hazretleri ise ‘’Ashab-ı Kiram’a hürmet etmeyen kimse, Hz. Muhammed’e (sallallâhü aleyhi ve sellem) iman etmiş olamaz.‘’ buyurmuştur.

 

Bir atasözünde ise ‘’Dalına düşman olan, köküne düşman olur.‘’ diye ifade edilmesi bu cihettendir.

 

Büyük âlim Abdullah b. Mübarek (r.a) der ki: “Şu iki haslet kimde bulunursa, o kimse kurtulur: Sözü ve özüyle doğruluk ve Allah Rasulü (sallallâhü aleyhi ve sellem) Ashabını sevmek.” [12]

 

Allah Teâlâ, bütün sahabelerden razı olduğunu ve onları sevdiğini bildirmiştir. Nitekim "Allah onların hepsinden razıdır. Onlar da Allah 'tan razıdırlar" [13] buyrulmuştur. Allah'ın bunlardan razı olması değişmez. Sahabeden herhangi birini kusurlu bilmek ve kötülemek, bu âyete inanmamak demektir.

 

Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem), sahabeden hiçbirinin kâfir olmayacağını, hepsinin cennete gireceklerini haber vermiş ve herhangi birine dil uzatmamızı yasaklamıştır.[14] Sahabeden hiçbiri mürted ve münafık olmaz. Münafıklar, sahabeden değildir. Münafıklardan birkaçının, inanmadıklarını sonradan açıklamaları, sahabenin sonradan mürted olması demek değildir. Bilindiği gibi sahabe arasında münafıklar vardı. Bunlar İslâm'ın ilk zamanlarında belli değildi. Fakat Hz. Peygamberin (sallallâhü aleyhi ve sellem) son senelerinde, münafıklar müminlerden ayrıldı. Resülullah'ın (sallallâhü aleyhi ve sellem) vefatından kısa bir zaman sonra, bu münafıklardan kimse hayatta kalmadı. Nitekim Hak Teâlâ,

 

“Allah, müminleri şu bulunduğunuz durumda bırakacak değildi; sonunda murdarı (münafıkları) temiz olandan (müminlerden) ayıracaktır" [15] buyurmaktadır.

 

Sahabeyi, Resülullah'ın (sallallâhü aleyhi ve sellem) arkadaşları oldukları için sevmeliyiz. Çünkü sahabenin nail oldukları şeref pek yüksektir. Bu şerefe başkaları kavuşamaz. Resülullah'ın (sallallâhü aleyhi ve sellem) mübarek nazarı onlara işlemiş ve hepsine manevi imdat ile yardım etmiştir. Onlar ki,

 

"Beni gören veya beni göreni gören bir Müslüman’a ateş değmeyecektir" [16] denilen kimselerdir.

 

Ashap ve ashaba tâbi olmanın ne demek olduğu, bundan daha güzel nasıl anlatılabilir ki? Acaba bu yüce mertebeye ulaşmak, sadece Müslüman olarak Hz. Muhammed'e (sallallâhü aleyhi ve sellem) bakmakla mı, yoksa onun bir anlık nazarına/bakışına mazhar olmakla mı elde ediliyor? Bu nasıl bir bakıştır ki, gördüğü kimseye ateş değmiyor. Dahası, o kutlu nazara mazhar olanın nazar ettiğini de ateş yakamıyor. Bu sebepledir ki hiçbir veli bir sahabenin derecesine yükselemez. Çünkü sahabeler, insanlık âleminin en hayırlısının sohbetinde bulunmuşlardır. Veysel Karanî hazretlerinin [r.a], o kadar şanı yüce olmasına rağmen, Hz. Peygamberi (sallallâhü aleyhi ve sellem) görmediği için, sahabeden mertebesi en aşağıda olanın derecesine bile erişemedi. Nitekim Abdullah b. Mübârek [r.a] hazretlerine,

 

"Hz. Muâviye mi (r.a) yoksa Ömer b. Abdülaziz (r.ah) mi daha hayırlı ve derece bakımından daha üstündür?" diye sorulmuştu. Abdullah b. Mübârek (r.a),

 

"Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile olduğu sırada ve onunla beraber yürürken Hz. Muâviye'nin (r.a) atının burnuna giren toz bile, Ömer b. Abdülaziz'den (r.ah) kat kat daha hayırlıdır" dedi.[17]

 

Evet, Ehl-i beyt'in ve sahabenin tamamını sevmek, ancak Ehl-i sünnet'e nasip olmuştur. Onlardan başka hiç kimseye nasip olmamıştır. Çünkü Ehl-i beyt'e muhabbetin olmayışı, Hâricilik'tir. Ashaba karşı tavır almak, Râfizîlik'tir. Bütün sahabelere saygı ve sevgi göstererek Ehl-i beyt'i sevmek ise Ehl-i sünnetin inancıdır. [18]

 

Ashabın en üstünü Hz. Ebu Bekir’dir (r.a). Ondan sonra sırasıyla Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r.anhüm) gelir. Hak olan halifelik sırası da bu sıraya göredir. İçlerinden hiçbirisi diğerine haksızlık ederek halife olmamıştır.

 

Allah Resûlü’nün (sallallâhü aleyhi ve sellem) temiz ailesini ve şerefli neslini yani Ehl-i Beytini sevmek de imanın gereği ve Peygamber sevgisinin alametidir. Ehl-i Beyt, Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin ailesi ve evlatlarından oluşur. Bu şerefli nesil, Hz. Fatıma’nın (r.anha) evlatları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a) efendilerimiz yoluyla devam etmiştir. Kıyamete kadar da devam edecektir. Bu şerefli nesil bizlere Hz. Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin bir emanetidir. Kıyamet günü onlara karşı nasıl muamele ettiğimiz sorulacaktır.

 

Muhammed b. Hanefiyye (r.ah) şöyle buyurmuştur: "Bir kimse seyyidleri ve âlimleri severse, o kimse çok günahkâr bile olsa, Allah Teâlâ o kimseye pek çok ihsanlarda bulunur."

 

Menkıbe

 

Hz. Peygamberin (sallallâhü aleyhi ve sellem) soyundan gelen bir kadın Semerkand şehrine göçmüştü.

 

Şehre yeni geldikleri için kimseyi tanımıyorlardı. Önce bir mescide gidip dinlendiler. Anneleri kızlarını mescidde bırakıp yiyecek tedariki için dışarı çıktı şehrin valisine başvurdu halini ona arz etti. Peygamber soyundan olduğunu söyledi. Kendine bir gecelik erzak vermesini istedi.

 

Adam yardım etmeye yanaşmadığı gibi kendisinin yoksul olduğuna ve peygamber soyundan geldiğine dair bir belge getirmesini istedi. Seyyide yabancı biri olduğunu şehirde kendisinin kimsenin tanımadığını dolayısıyla belge getiremeyeceğini söyleyince vali kendisinden yüz çevirdi ve bir şey vermedi.

 

Bundan sonra kadın bir mecusiye uğradı durumunu ona anlattı. Mecusi ona inanıp sözlerini doğruladı. Kendileriyle ilgilendi adamlarından biriyle yiyecek ve eşya gönderdi. Onlara kalacakları bir yer tahsis etti.

 

Bu vali gece rüyasında kıyametin koptuğunu, Resulullahın (sallallâhü aleyhi ve sellem) yeşil zümrütten büyük bir köşkün yanı başında Livaül Hamd sancağının yanında durduğunu gördü.

 

Bu köşkün kime ait olduğunu sordu. Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) tevhid ehli Müslüman bir kimseye ait olduğunu söyledi.

 

Vali, ‘’ben Allah’ın birliğine inanan bir müslümanım‘’ dedi.

 

Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) ‘’Allah’ın birliğine inanan bir Müslüman olduğunu ispatlayacak bir belge getir!‘’ deyince vali şaşkına döndü.

 

Dehşet içinde uyandı. Akşam yattığından pişman oldu ağlayarak saçını başını yoldu. Kalkıp o yoksulları aramaya koyuldu.

 

Mecusi’nin evinde olduklarını öğrenince gidip onları mecusiden istedi, fakat mecusi onları vermedi.

 

Vali, ‘’sana bin altın lira vereyim yeter ki onları bana ver‘’ diye rica edince, mecusi şunları söyledi;

 

‘’Ben ve ailem bunların bereketi ile akşam Müslüman olduk senin bu gece görmüş olduğun rüyanın aynısını bende gördüm. Resulullah (sallallâhü aleyhi ve sellem) bana, ‘Cennetteki bu köşk senin ve ailenindir’ buyurdu.’’ [19]

 

Evet, seyyidler bize emanettirler. Onlara karşı hürmet, sevgi hizmetin yanında, güç nispetinde maddi ihtiyaçlarını gidermek ve ayrı bir vazifedir, şerefli bir görevdir. Seyyidlerin hizmetini üstlenen kimsenin, onları asla incitmemesi ve hiçbir minnet altına sokmaması gerekir. Her mümin bu hizmeti gücü kadar üstlenmeli, kendini zora sokarak ihlâsını bozup zarar etmemelidir. Seyyidler herkese rahmet sebebidirler. Onları Allah için seven ve hizmetlerini gören herkes hayır bulur. Bu sevgi ve hizmet, sahibinin ahirette Allah Resulü (sallallâhü aleyhi ve sellem) ile buluşturur ve onun şefaatine vesile olur. Onlara yapılan hiçbir iyiliği yüce Allah karşılıksız bırakmaz.

 

Bizden önce geçen bütün müminleri kardeş bilir, hepsini hayırla anarız. Onlar için hayır dua ve istiğfar ederiz. İyi örneklere tabi olur, kusurlu gördüklerimizin affı için Yüce Rabbimize yalvarırız.

 

Büyük günah işledi, hata etti, farklı fikir söyledi diye hiçbir mümini küfürle suçlamayız. Ben Müslümanım diyen bir kimsenin apaçık dinden çıktığını gösterecek bir söz veya fiiline şahit olmadıkça, ona “sen dinden çıktın” demeyiz.

 

Bir kimsede onun mümin olduğunu gösteren bir alamet görsek, aynı şahısta doksan tane de küfür ve fasık olduğunu hissettiren alametler gözükse, o kimsenin imanına şahitlik ederiz. Tek bir iman alameti, pek çok küfür alametine tercih edilir. Herkesin halini en iyi bilen ve hesabını eksiksiz görecek olan Allah Teâlâ’dır.

 

Büyük günah işleyen bir kimse, işlediği fiilin haram olduğunu kabul ediyorsa dinden çıkmaz, sadece günahkâr olur. İşlediği günaha tövbe etmesi farzdır.

 

Yapılması emredilen bir farzı terk eden kimse, onun farz olduğunu kabul ediyorsa, o da dinden çıkmış olmaz. Günahkâr olur, tövbe etmesi ve ilahi emri yerine getirmesi farzdır.

 

Müslümanlar arasında ihlâs, ibadet ve takvada farklar vardır. Allah katında en makbul ve en faziletli kul, Allah’tan en çok korkan ve O’nun hukukunu en iyi koruyan kimsedir.

 

İman edilecek esaslar artıp eksilmez fakat kalplerdeki iman nuru, Allah sevgisi, kulluk şuuru ve ibadet zevki, kulun haline, edebine ve niyetine göre artar ve eksilir. Sürekli işlenen günahlar kalbi öldürür, imanı zayıflatır, ibadet neşesini yok eder.

 

Bütün müminler Allah’ın dostudur. Müminler içinde muttaki olanlar ve takvada zirvede bulunanlar, diğer müminlerden ayrı olarak Allah Teâlâ’nın özel dostluğunu elde etmişlerdir. Onlar Kur’an’da “muhsin”, “mukarrabun”, “ebrar”, “muttaki” “ricalullah” “evliyaullah“ gibi isim ve sıfatlarla tanıtılmış salih müminlerdir.

 

İbn-i Vefâ (r.ah) şöyle buyurmuştur: "Sakın Allah Teâlâ’nın lütfüne mahzar olmuş ve senden üstün kılınmış bir kimseye haset etme. Çünkü hasedin sebebiyle Allah Teâlâ’nın gazabına uğrayabilirsin. Çehren değişip, kötü akıbetlere düşebilirsin. Nitekim Âdem (a.s)’a haset edip, böbürlenerek secde etmeyen iblis, melun oldu. İblis’in bu hâlinde senin için bir ihtar vardır. Şöyle ki: Hakk'a davet eden gerçek bir rehber gördüğün zaman, sakın ona haset etme ve ona itaat etmekten kaçınma, ona uy! Böyle yapmadığın takdirde, menfi hareketin, sendeki razı olunan güzel sıfatların tamamen silinip, gazabı celb eden kötü sıfatlara düşmene yol açar. Fakat Ehl-i sünnet itikadında olan, yetişmiş ve yetiştirebilen bir hidayet rehberine tâbi olman, senin şeytani suretini melek suretine çevirir. O zaman gerçek kulluk zirvesine doğru yükselmeğe başlarsın."

 

Bu sıfattaki insanlar, kıyamete kadar her devirde bu ümmetin içinde bulunurlar; Allah yolunda insanlara rehberlik yaparlar, sönmeye yüz tutmuş dini anlayışı yeniler, ibadet ve kulluk hayatını canlandırırlar. Onlara müceddid ve mürşid denir.

 

Nakşibendî yolunun büyüklerinden İmam Rabbanî (k.s), maneviyat yolcusunun bu yolda neye muhtaç olduğunu şöyle ifade eder:

                  

“Hakikaten dini yaşamak ve şeriata uygun amel etmek, ehl-i sünnet ve’l-cemaat yoluna girmeye bağlıdır. Allah dostları kurtuluş fırkasını temsil ederler. Bu büyüklere tabi olmadan kurtuluş çok zordur. Bunların davet ettiği hak yola uymadan kimse felaha eremez. Akla, nakle ve keşfe dayalı deliller bunu ispat etmiştir. Bu gerçek hiç değişmez. Bütün hâl ve hayatları sırat-ı müstakim olan bu zatların takip ettiği edep yolundan azıcık olsun uzaklaşan kimselere yanaşmamalıdır. Böyle kimselerin sohbeti insan için öldürücü bir zehir gibidir. Onlardan sakınmalıdır. ” [20]

 

Allah dostlarında görülen keramet türü haller haktır, fakat velilik için keramet şart ve lazım değildir. En güzel keramet, Allah aşkıyla gece gündüz hak yolda yürümektir.

                  

Ehl-i sünnet, her kimi ve neyi severse Allah Teâlâ sevdiği için sever. Kızdığı kimseye de Allah Teâlâ kızdığı için kızar. Hak adamı, keyfi ve nefsi için kimseye düşman olmaz. Cemaat taassubuna düşmez, mezhepçilik yapmaz, tenkit edilmekten korkmaz, farklı fikirlerden faydalanmaya çalışır. Ölçüsü Kur’an ve sünnettir.

 

Müslüman, hiçbir halde hiçbir kimseye zulüm yapmaz. Her konuda adaletli davranır. Müslümanın temel ahlakı kusurları affetmek, insanları güzel öğüt ve ikna yoluyla hayra davet etmek, doğruyu yaşayarak göstermek ve herkese fayda vermektir.

                                                                            

Hak mezhepler arasındaki ihtilaflar, fitne değil, ümmet için bir rahmettir. Fıkıhtaki mezhepler gibi, akaid ve ahlak alanında da farklı hak mezhepler ve meşrepler mevcuttur. Hepsi dinin esasları çerçevesinde ona hizmet için ortaya çıkmıştır. Her bir mezhep ve meşrep diğerinin karşıtı değil kardeşidir. Hepsi bir bütünün parçaları, aynı elin parmakları, bir çınarın dallarıdır.

 

Ashab-ı Kiram’ın, müçtehid imamların, müfessirlerin, hadis âlimlerinin, kâmil mürşidlerin Kur’an ve Sünnet ışığında vardıkları değişik sonuçlar ve yeni usuller, işte bu türden ihtilaflar kapsamındadır ve haktır. Bunlar, mubah olan ve hatta faydası bulunan ihtilafa girer. Aslında buna ihtilaf yerine, farklı içtihad demek daha uygundur. İlk devir müctehidlerinden Süfyan-ı Sevrî (r.ah) “Şu konuda alimler ihtilaf etti demeyiniz. Bunun yerine, ‘âlimler bu şekilde ümmete genişlik sağladılar’ deyiniz.” sözüyle bunu anlatır.

  

Hak dinin bir takım hükümlerinde farklı görüşlerin bulunması, o dinin esasında ihtilaf olduğunu göstermez. Bu, aynı hedefe giden farklı yolların kullanılmasından başka bir şey değildir. Her bir içtihad veya tasavvufi kol, aynı elin parmakları şeklinde de düşünülebilir. Sonuçta hepsi beynin emrinde ve hizmetinde birbirlerini destekleyip kuvvet verirler.

  

Fetva yolunun müctehidleri ve takva okulunun mürşidleri, bütün içtihadlarını dinin daha güzel anlaşılması ve daha kolay yaşanması için yaparlar. Onların niyetleri sadece Allah’ın rızasına ulaşmaktır. Yaptıkları, müslümanların birliğini zedelemek değil, usulünce içtihattır. Ve zaten bu çalışmayı ehli olanlardan dinimiz ister. Kur’an ve Sünnet’te açıkça hükmü ve usulü belirtilmeyen konularda içtihad etmek, İslâm âlimleri için bir vazifedir. Dinimizin kıyamete kadar bütün insanlığa hitab etmesi ancak bu yolla mümkündür.

  

İşte bütün hak mezheplerin ve değişik meşreplere göre terbiye veren gerçek tasavvufun yaptığı iş budur. Bu iş ana yoldan ayrılmak değil; onu aydınlatmaktır. Fitne değil, faydadır. Azab değil, rahmettir. Hak yolu daraltmak değil, açmaktır. Ve zorlaştırmak hiç değil, aksine kolaylaştırmaktır.

  

Ashab-ı Kiram’dan sonraki neslin büyüklerinden halife Ömer b. Abdulaziz (r.ah), fıkhi konulardaki ihtilafın ümmete nasıl rahmet olduğunu şöyle ifade eder:

  

“Ashab-ı Kiram, fıkhi konularda iyi ki ihtilaf etmişler. Bu beni çok sevindiriyor. Eğer onlar her konuda tek bir hüküm söylemiş olsalardı, sonra gelen insanlar dinde büyük bir sıkıntıya düşerlerdi. Hiç şüphesiz Ashab, din konusunda kendilerine uyulacak imamlardır. Bir kimse onlardan hangisinin sözünü alıp uygulasa, bir sünnete uymuş olur. Çünkü onların din hakkında söyledikleri Kur’an ve Sünnet’ten başka bir şeye dayanmaz. Böylece onların hangisinin görüşüne uyulsa, bir sünnet ile amel edilmiş olur. Bu da insanlara din işinde genişlik sağlar.” [21]

 

İmam Rabbanî (k.s), şöyle belirtir: “Kalbin Allah’tan gayri her şeyi unutacak derecede zikir içinde kaybolması ancak, ehl-i sünnet akidesi üzere hak mezheplerin hükümleriyle amel etmek suretiyle elde edilir. Bu, peşine düşülecek en büyük hedeftir. Cenab-ı Hak ile huzur bulup selîm hâle gelen kalb sahipleri, herhangi bir varlığa nazar ettiklerinde, ilk olarak onları yaratanı hatırlarlar ve eşya ile perdelenmezler. Ne kadar düşünseler, bizzat eşyaya ait bir vücut ve sıfat akıllarına getiremezler. Her şeyde ilâhî tecellileri müşahede ederler. Buna ‘fenâ-i kalbî’ denir. Tarikatta ilk basamak budur ve diğer velayet makamları bunun üzerine gelişir.” [22]

 

Din en güzel şekilde cemaat hâlinde yaşanır. Tek başına kalan tehlikededir. Bunun için herkese cemaat edebi ve disiplini lazımdır. Bu cemaatin hedefi Allah rızası ve takva olmalıdır. Böyle bir cemaatin başındaki imama itaat şarttır. Bu itaat hak olan emirlerde olur. İsyanda hiç kimseye itaat edilmez.

 

Menkıbe

        

         Mübarek bir zata, bir gün birisi gelip der ki:


         Efendim, benim vaziyetim perişan. Ben kurtulamam, mahvoldum. Siz hayattayken, sizin sayenizde, Cenab-ı Allah bizi korur; ama sizin vefatınızdan sonra benim sonum felaket olur.


      ‘’Bu büyükler, eğer ileride gemiden atacaklarsa, başta gemiye almazlar. Gemide olan korkmasın, en fazla yeri değişir.’’

 

         Bir başkası yine bu mübarek zata geldiğinde der ki;

                              
         Efendim, ahirette bizim halimiz ne olacak, sizin anlattıklarınızla bizim alakamız yok gibi, bunları yapmamız, kurtulmamız çok zor.


      ‘’Eğer gemi sahile çıkarsa, yalnız kaptanla değil, içinde kim varsa herkes beraber çıkar.’’ [23]

 

Ahirette peygamberlerin ve Allah Teâlâ’nın izin verdiği Salihlerin şefaati haktır.

 

Peygamberlerin, meleklerin, Salihlerin ve şehidlerin şefaati, Yüce Allah’ın izni ve rızası ile gerçekleşecektir.

 

“O gün Rahman’ın izin verdiği ve söz söylemesine razı olduğu kimselerin dışında, kimsenin şefaati fayda vermez.”[24] Ayeti ve benzeri manadaki birçok ayet,[25] Allah Teâlâ’nın bazı kullarına şefaat için izin vereceğini ve onların şefaatini kabul edeceğini bildirmektedir.

 

Salih kullar, Rabbanî âlimler, ahirette şefaat etme şerefine de sahiptirler. Onların farkı, dünyada olduğu gibi ahirette de görülecektir. Onları Allah için sevenlerin hediyesi Allah'ın dostluğu, rahmeti ve cennetidir. Yüce Rabbimiz mahşerde şöyle buyuracaktır: "Benim rızam için birbirini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bu günde onlar kendi rahmetimde olacaklar." [26]

 

Allah Teâlâ ahirette müminlere cemalini gösterecektir.  Cennet ve cehennem ebedidir.

 

Kalbinde zerre kadar iman ve Allah sevgisi ile ilahi huzura gelenler, günahları yüzünden cehenneme girseler de, orada ebedi olarak kalmayacaklardır. [27]

 

Sonuç olarak duamız;

 

Ey kerim Rabbimiz! Bizleri hidayetine ulaştırdıktan sonra, kalplerimizi yolundan kaydırma. Bizi sonsuz rahmetinle destekle, iman ve edebimizi muhafaza et, günahlarımızı affeyle. Bizleri sadatın himmet ve bereketiyle Ehl-i sünnet yolunda daim ve kaim eyle. Âmin.

 



[1] Nisa, 4/115

[2] En’âm, 6/153

[3] Müsned, 1, 435, 465.

[4] Fatiha, 1/6-7

[5] El-Akidetü’t-Tahavviye Şerhi

[6] Tirmizi, İman; 18

[7] Ebu Davud, Sünnet, 1; İbnu Mace, Fiten, 17.Ahmed, Müsned, III, 145

[8] Evliyalar Ansiklopedisi

[9] Tirmizî 2676; Ebû Dâvûd 4603; İbn Mâce 42; Müsned, IV, 126, 127; El-Akidetü’t-Tahavviye Şerhi

[10] Evliyalar Ansiklopedisi

[11] Tirmizî, Ahmed, İbnu Hıbban

[12] Kadı İyaz

[13] Beyyine 98/8

[14] Tirmizî, Menâkıb, 58.

[15] Âl-i imran 3/179

[16] Tirmizî, Menâkıb, 56 (nr. 3858).

[17] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, 207. Mektup.

[18] Kurtuluş Gemisi Ehl-i Beyt, S. Mübarek Erol, Semerkand Yay.

[19] Ateşin Yakmadığı Âşık, Dr. Dilaver Selvi, Semerkand Yay.

[20] İmam Rabbani, Mektubat, I, 213. Mektup

[21] Hak Mezhepler Birer Kapıdır, Semerkand Dergisi 19. Sayı

[22] İmam Rabbanî, I, 278. Mektup. Arifler Yolunun Edebleri

[23] Ebubekir Sifil, 102. Sayı / Mehmet IŞIK, 91. Sayı Semerkand Dergisi

[24] Tâhâ, 109.

[25] Bkz: Bakara, 255; Meryem, 87; Necm, 26.

[26] Müslim

[27] Ehl-i Sünnet İnancı, Dr. Dilaver Selvi, Semerkand Yay.


Alıntı: www.kalpehli.com